Tüm masallarda, insanın içinde yaşadığı kültürün ya da kendi içsel dünyasının hastalıklarını yansıtan, onun sağlıklı yönlerine dikkat çeken unsurlar bulunur. Yine masallara, kadının hem içsel dünyası hem de dışarıdaki yaşamın dinamikleri ile nasıl başa çıkması gerektiğine dair çeşitli ipuçları serpiştirilmiştir. Çok genç, henüz erginleşmemiş, aç ve yaralı olan saf dil kadınların değerleri; ödül bulmak ve kazanma etrafında toplanmıştır. Avcı, tetiktedir. Aç ve kendisine muhtaç olan avı yani saf dil kadını istediği baskı sisteminde çalıştırabilir ve sorgulama yetisini ortadan kaldırabilir. Çünkü kadın, muhtaçtır ve karnını doyurmak zorundadır. Masallarda durum böyleyken peki ya gerçekte durum bundan çok mu farklıdır?
Ülkemizde üretime en çok katkı sunanların başında kadınlar gelmektedir. Tekstil işçiliğinden montaj üretimine, konfeksiyon, gıda üretiminden her türlü seramik işçiliğine birçok alanda bu katkıyı görmek mümkündür. Öyle ki kadının olduğu her yerde estetik ve zarafet vardır. Peki ya adaletsizlik ve eşitsizlik kavramlarının dillere pelesenk olduğu çalışma alanları da yine kadının olduğu alanlar değil midir? Bu çelişkili yapı, iç içe geçmiş bir zincirin halkaları gibi çözümlenmesi için uzun yıllar mücadele edilmiş bir meseledir. Yalnızca Türkiye’ de değil Global ölçekte de bu problemler her daim var olmuştur.
8 Mart 1857 yılında ABD’nin New York Eyaleti’nde tekstil dokuma işçilerinin çalışma koşullarının daha insancıl hale getirilmesi isteği ile başlayan grev çabaları tam bir facia ile sonuçlanmıştır. Fabrika kapılarının kapatılıp içerideki korkunç yangından kaçmaya çalışan yüzlerce işçinin dışarı çıkışının engellenmesi ile oluşan ve 129 kadın işçinin hemen oracıkta ölümü ile sonuçlanan o hak arayışı… Vicdanların sustuğu, saatlerin durduğu, yavruların anne diye ağladığı o kâbus dolu günden geriye kalan ise her yıl 8 Mart tarihinin Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması olmuştur. Ne mutlu ki o gün elinde çiçekle gelenlere, ne mutlu rengarenk hediye paketleri ile kadınların gönlünü alanlara, ne mutlu ayda yılda bir kez kadınları şık bir restoranda yemeğe götüren erkeklere…
Erkek egemen toplumun belirlediği Ataerkil sistemsel kurallar emek ayrımını desteklemekte, biyolojik cinsiyet farklılığının kadının dezavantajıymış gibi kullanılmasına yol açmaktadır. Eşit olmayan ücret, iş yerinde maruz kalabileceği taciz, fiziksel güç yoksunluğu ve rahatlıkla üzerinde baskı kurulabilecek bir özne olarak görülmesi nedeni ile kadın, kadın olmanın negatif ayrımcılığını yüzyıllardır yaşamaktadır. Mesai adı altında 12 saat çalıştırılan, kreş desteği verilmeden maddi ve manevi olarak yıpratılan, kaç çocuk doğuracağına bile onun adına karar verilen bir candır kadın. Gerek sosyal hayatta gerekse çalışma hayatında çocukla birlikte yol alması gereken hem çalışıp para kazanması hem de çocuklarıyla yüzde yüz performansla ilgilenmesi gereken süper güçleri olan bir şeydir kadın.
Evi çekip çeviren geçmişte toplayıcı, günümüzde hayatın her alanını toparlayıcı olan ücretsiz ev işçisidir kadın.
Günümüzde sosyal medyanın ve sosyal platformların aile kavramını yerle bir ettiği, özel hayatın gizliliğinin kalmadığı ve kadına yönelik şiddete özendirici dizilerin RTÜK cezalarına takılmadan rahatlıkla evlerimize girdiği bu dönemde bizler artık kadın cinayetlerini konuşuyoruz.
Sahi kadın nedir? Peki ya erkek nedir? Bu noktada geçmişten günümüze hala ne oldukları tam anlaşılamamış iki özneyi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesi ile şöyle anlatalım: ‘Kadın ve erkek ayrı hiçbir şey değildir. Birlikte çok ve büyük bir şeydir. İlim ve fen lazımdır. İş bölümü lazımdır. Ama bu, kadınların ev vazifesi anlamına gelmez.’ Kadın Öğretendir, kadın öğretmendir. Kadın emekçidir.
Kadının adı her şeydir…